Işık, neşe ve tedavinin yeni sektörü , Işık parçacıkları beynimize ve ruhumuza girerek, depresyonumuzu azaltıyor, sıkıntımızı gideriyor şeklinde reklamlarla , sabah veya akşamları
Avrupa da tedavi amaçlı lambalar satışa çıktı. Her mesela yarım saat ışığın altına yatarak ruhu ışıkla doldurmak, özellikle kışın kasvetli, sıkıcı havasının yarattığı kötümserliği, baskılanmış ruh halini ve ruhsal çökkünlüğü gidermenin bir yöntemi olarak yaygınlaşıyor. İnsanlar, ilkbaharı, yazı seviyorlar, kışın karanlık ve boğucu havası insan üzerinde  olumsuz etkiler bırakıyor. 

Yeni yılda, bayramlarda, doğum günlerinde, diğer özel günlerde, hafta sonlarında, her gün hatta günde üç vakit (iyi sabahlar, iyi akşamlar, iyi geceler) iyi dilekler, mutluluklar dileriz.

Neden?

Düşünmeden rutine bağlanmış, nezaket sözleri bunlar . Elbette bu nezaket sözlerini söylerken içimizden bazıları için olumsuz şeyler geçtiği de olur ama genelde karşımızdaki hakkında duygusal bir yükümüz yoksa, psikolojimizde sıkıntılı değilse sözlerimizde samimiyizdir. İyi dilekler dilememiz bir  işe yarar mı? Yaramadığını hepimiz bilirizde züğürt tesellisi bir umut yıl başında bilet almak gibi, yeni yılın iyilikler güzellikler, sağlık getirmesini dilemek gibi, evrene iyi dileklerimizi gönderirizde daha bugüne kadar cevabını alabilmiş değiliz.

Acaba gerçekten karşımızdakinin iyiliği, mutluluğu umurumuzda mı? Yoksa sadece bizim iyi olmamız yeterli mi?

Yeterliyse bu mümkün mü?

Çevremizin mutsuz olduğu bir ortamda bizim iyi ve mutlu olmamız  ne kadar mümkün?

Toplum içinde sadece kendisini düşünen birkaç kişi bile olsa o birkaç kişinin bu tavrı eninde sonunda kendisine olumsuzluk olarak döner. Bir bebek bile ilgisizliği, sert bir bakışı anlar ve ağlar bu da çevresine özelliklede yakın çevresine rahatsızlık olarak döner. 

Kaldı ki toplumda bu düşünce yapısı genelleştiğinde toplumun psikolojiside bozulur. Çoğunluk bencilleştiği zaman, dostluk, sevgi ve  yardımlaşmanın kalmaz. Her an herkesin herkese kazık atabileceği güvenilmez bir ortamda ; güvenlik, sevgi, saygı görme gibi temel ihtiyaçlar karşılanamaz. Saygı görme ihtiyacı zor kullanarak sağlanabilir gibi görünsede, o gerçek saygı değil itaattir, gerçek saygı korku olmadan kendiliğinden duyulan saygıdır. Kendisini güvensiz ve sevgisiz ortamda hisseden insan tedirgin olur, strese girer, uzun süre stresde kalmak da insan psikolojisini bozar. Kendisine korkudan değil içten gerçek saygı gösterilmediğini bilen insan da bu ihtiyacını karşılayamamış olur. Temel ihtiyaçların karşılanmaması ise insanı mutsuz eder. Bizim iyiliğimiz ve mutluluğumuz daha çok kendi iç yapımızla ilgili olmakla beraber çevremizle de ilgilidir. Çevremizle kurduğumuz iyi ilişkiler bizim mutluluğumuzun ve dolayısı ile sağlığımızın da belirleyicisidir. Çevremizle olumlu güven içinde, sevgi ve saygı temelinde(temel ihtiyaçların çevreyle ilgili olan kısmı) ilişki kurmayı beceremeyen kişiler sağlıklı ve mutlu, bu kişilerin çoğunlukta olduğu toplumlar  da sağlıklı ve  mutlu toplumlar olamazlar.

Karşımızdakini umursamadığımız zaman karşımızdaki de bizi umursamaz. Dilimiz istedeği kadar güzel söylesin beden dilimiz ve tavırlarımız bizi ele verir. Samimi olmayan sözlerin, dileklerin hiç mi hiç anlamı yoktur.

Sadece kendi sağlığımızı ve mutluluğumuzu düşündüğümüz zaman aslında kendimizi düşünmemiş oluruz. Paramızla, gücümüzle çevremizde tuttuğumuz hiç kimse bizim gerçek dostumuz değildir. Bunu bilmek bile insanı mutsuz etmeye yeter.

Eğitimli, hali vakti yerinde, eşiyle parası için evlenen birinin bir sözü vardı ; ‘’ beni buralarda kimse sevmez! ’’ Niye sevsin ki! Kendimizi sevmenin, düşünmenin akıllıca yolunun, kendimizi ve çevremizi korumak ve geliştirmekten geçtiğini anladığımızda herşey çok daha iyi olacak.

Engin S.

Akıllar arası seyahatlerin birinde karşılaştığım ve hemencecik kaynaştığım bir konu oldu zaman içinde.

Zaten bana, zamanın dışında herhangi bir aktivite yaptırabilecek bir teknolojik imkan da yoktu. İnsanoğlunun evrim sürecinin devam ettiği kesindir. Bu akıl yolunda karşıma çıkan konu insanın gen şifresinin çözülmesiyle ilgili... Evet hiç bir tartışmaya yer bırakmayacak bir şekilde insanoğlu ALIN YAZISI 'nı buldu! Evet çözdük KADER kavramının gizemini!

Alın, bu yazının en okunaklı olduğu, nispeten düz bir alan diye ismi alın yazısı, yoksa bu KADER 'in ta kendisi işte!

Yarının toplumunda bir çocuk, dünyaya gelmeden önce bilinecek hangi hastalıkları mesela kaç yaşında yaşayacağı? Cinsel tercihlerinin ne türde olacağını söyleyecekler bize? 

Çok uzak olmayan bir tarihte insanlar ceplerinde küçücük ve herhalde dijital (zaten o yüzden küçücük) "kimlik kartı" taşıyacaklar. Burada herkesin her şeyi en başta da gen haritası bulunacak. İnsanlar sevgililerine bu kimlik kartlarını gösterecekler ve bu yolla birbirlerini tümüyle tanımış olacaklar. Şimdi 2002 yılında taşıdıkları kimlik onlarla ilgili hiçbir "gerçek" bilgi vermiyor. Şimdiki kimliklerimiz devletin bize verdiği ve taşımamızın zorunlu olduğu bir belgedir ve öküzlerin kalçasına yapılan döğmelerden hem daha saçma, hem de zaman zaman daha acı vericidir. Çünkü bazen devlet onu sebepsiz yere geri alır. İşte o zaman çok acıtır. Devlet senin bu yurdun çocuğu olup olmaman konusunda söz sahibidir. Mesela bizim devletimize göre hala Nazım Hikmet bu yurdun insanı değildir. Bu yasağı koyan insanların kendileri de dahil bu ülkede Nazım Hikmetten şu ya da bu şekilde etkilenmemiş ya da ilgilenmemiş bir Allah'ın kulu yokken üstelik! Nazım Hikmet'le ilgili herhangi bir "şey" birinci sayfa haberidir! Neden acaba? Başka hangi Rus vatandaşının bizim hayatımızda böyle bir garantisi vardır. Bir insanın kendi yurdunu seçmesi konusunda hiç bir devletin hiçbir bireye söyleyecek bir sözü yoktur olamaz da! Bir insan bir yurdu sevecekse kimseden izin almaz. Bir insan bir şeye aşık olurken kimseden izin almaz! Ama benim ülkemde SEVGİ, çoğu zaman bir İZİNSİZ GÖSTERİ oldu.

BIR "ŞEY"İ (Kİ BU ŞEY, BIR INSAN DA OLABİLİR) SEVİYOR OLMAK BİR MARİFET DEGİLDIR. MARİFET O ŞEYİ SEVMEYENİ DE SEVEBİLMEKTİR.

İnsanlar, kendilerini güvende hissetmek ve mutlu olmak ister. Kendini güvende hissetmek için ya güçlü birini yanına almak yada gücünü artırıp çevresini kontrol altında tutmak ister. Aynı zamanda sahip olarak mutlu olacağını sanan insan, mutsuz olma sebebini sahip olamadiklarına bağladığı için daha çok şeye sahip olmaya çabalar. Bu çaba aynı zamanda stres kaynağı olduğundan, stres altında başarısının ve yeni sahip oduklarının tadını da yeterince çıkaramaz. Bu yeterince tatmin olamama hali kişiyi daha çok sahip olma çabasına bu çaba daha çok strese, daha çok stresde mutsuzluğa neden olur. Bu bir kısır döngü oluşturur. Bu kısır döngü içinde sürekli stres, monotonluk ve doğasına uygun olmayan yaşam biçimininde etkisiyle kişinin sağlığıda bozulur. Sürekli stres altında kalan kişilerin bağışıklık sistemi basķılanır, kanser, kalp hastalıkları, mikrobik hastalıklar gibi bir çok hastalığa açık hale gelir. Sağlığın bozulması ek bir mutsuzluk kaynağı olur. Bu kısır döngüden kurtulmanın yolu, vücudumuzun çalışma sistemini, nasıl mutlu olacağımızı, sadece maddi şeylere sahip olarak mutlu olamayacağımızı, çünkü esas ihtiyaçlarımızın bu maddi şeylerden ibaret olmadığını, örneğin sevgi ihtiyacı, cinsellik ihtiyacı, güvenlik ihtiyacı veya saygınlık ihtiyacı gibi temel ihtiyaçları karşılanmamış kişinin diğer ihtiyaçları fazlasıyla karşılansa bile yeterince mutlu olamayacağını öğrenmekten geçer.

Engin S.

İnsan hayata, çevresini görmeyle başlar, yüzünün neye benzediğini  bile, aynanın icadından önce, sudaki yansımasının kendisi  olduğunu anlayana kadar bilemezdi. Kendi dışındaki dünya o kadar renkli ve heyecan doludur ki , biraz bu yüzden , birazda kendini tanımak için gereken bilgi (psikoloji, psikiyatri, biyoloji, antroploji vb.) ve tecrübenin olmamasından olsa gerek, en son kendisini tanır.

İnsanlar, heterotrof(kendi besinini sentezleyemeyen) canlılardan oldukları için, dışarıdan hazır besin almak zorundadır. Bu yüzden bitkiler iklim şartlarıyla mücadele etmek zorundayken , insanlar hem iklim şartlarıyla hem de besin elde etmek için mücadele eder. Bu mücadele o kadar amansızdır ki, rakip canlılara karşı  sağladığımız üstünlüğe rağmen günümüzde bile , bir ömür sürer. Tabi son çağlarda bu mücadele bir kısım insanlar için hayatta kalma mücadelesiyken bir kısım için daha iyi yaşama mücadelesi olsada,  bu herkesin mücadele etmek zorunda kaldığı gerçeğini değiştirmez. Hayat koşturmasında zamanı bol (!) filozoflar dışında , pek kimse zaman ayırmaz kendisini tanımak için, zaten tanıdığını düşünür.

Hiç tanımadığımız bir insan bize itici gelelebilir ve “soğuk, ukala, şımarık, güvenilmez” gibi ön yargılarda bulunabiliriz. Neden itici geldiği ile pek ilgilenmeyiz. Yine tanımadığımız bir insan bize çekici gelebilir ve “sempatik, bilgili, ciddi, güvenilir” gibi ön yargılarda bulunabiliriz. Neden çekici geldiği ile pek ilgilenmeyiz. Karşı cinsiyetle  ilişkide ise “elektrik aldım, alamadım” sözleriyle kendimizi ifade ederiz.

Tüm bunların altında yatan sebep ise insanın kendisinde olmayanı istemesidir. Kendi besin üretemediği için besin ister, tek başına çocuk yapamadığı için karşı cinsi ister , kendisinde olmayan özellikleri karşısındakinden bekler. insan kendisine benzeyen insanları itici , benzemeyenleri  ise çekici bulur. Yani insan kendi özelliklerini bilip hoşuna gitmeyen yönlerini törpüleyebilirse (bunun için duygu, düşünce ve davranışlarındaki hataları bulup, düzeltmesi gerekir), karşısında kendisine benzeyen de aynı şeyleri yaparsa, anlaşmaları çok daha kolay olur, karşıdaki kendisini değiştirmese bile kendisi ile barışan karşısındakine daha anlayışlı davranabilir, böylece kendisi ile barışan, dünya ile barışmış olur bir anlamda.

Engin S. 5.2.2022 Darıca

Mağara devrinden sonra insanlar,  başlarını sokacakları, kendilerini ve ailelerini yabani hayvanlardan, doğa olaylarından (yağmurdan, soğuktan, şimşekten...) koruyabilecekleri, güvende hissedecekleri başkalarının giremiyeceği bir sığınağa  ihtiyacı duymuşlar bunun için ev adını verdiğimiz yapılar inşa etmişlerdir ve  buraya sadece güvendikleri kişileri kabul etmişlerdir. Günümüzde bu ihtiyaç yasalarla güvence altına alınmış ve "Mesken Masuniyeti" yada "Konut Dokunulmazlığı" olarak adlandırılmıştır.

Konut dokunulmazlığı  Anayasa’nın 21. Md.si  ve Türk Ceza Kanunu’nun 116 ve 119. Md.leri ile güvenceye alınmıştır. Türk Ceza Kanunu  bir taraftan konut dokunulmazlığını ihlal suçunu 116.md.sinde 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırırken, diğer taraftan Borçlar Kanunu 319. maddesinde, satış ve sonraki kiralama için, tanımadığı kişilere evini açmak zorunda bırakmışdır. Bu hüküm zamanına uygun olsa bile, görüntülü görüşme ile doktor muayenesinin  bile yapıldığı  günümüzde gereksiz, huzur bozucu ve bazı durumlarda da tehlikelidir.

Kiracı tanımadığı kişileri evine (yatak odasına kadar) sokmak zorunda olmamalı, satış ve sonraki kiralama için ev gösterme yükümlülüğü, ancak video görüntü ile sınırlı olmalı ve yasa bu şekilde kiracının temel hakları gözetilerek yeniden  düzenlenmelidir. 

Yönetenlerin  görevi,  toplumun huzurunu, mutluluğunu  sağlamaktır.

Engin S. 2024