Her ne kadar şiddet doğanın  bir parçası olsa da, doğaya kısmen yabancılaşmış insanın, şiddeti uygulama neden ve biçimi de doğaya kısmen yabancılaşmıştır. Doğadaki şiddet yaşamın zorunluluklarından kaynaklanır, her canlı, yaşayabilmek için bir başka canlıyı ve/veya cansızı besin olarak kullanmak zorundadır ve şiddet olmadan bunu başaramaz. Kuşun solucanı yemesi gibi maymunun muzu koparması da doğal ve eko sistem için gerekli olan şiddettir.

''Oysa insanlık, kattettiği  gelişmelere rağmen, çevresine, hatta kendisine ''Gereksiz Şiddet'' ugulamaktadır. Şiddetin sözlük anlamına bakacak olursak;

Bir hareketin, bir gücün derecesi,  sertlik.

Bir hareketten doğan güç: Rüzgârın şiddeti.

Karşıt görüşte olanlara kaba kuvvet kullanma.

Kaba güç, duygu veya davranışta aşırılık.'' anlamlarına gelmektedir.

''Gereksiz Şiddet'' , hayatta kalmak için zorunlu olmayan, yaşam şartlarını zorlaştıran şiddettir.

İnsana karşı fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayan insan , diğer canlılara da fiziksel şiddet uygular. Örneğin at binmek, bir ihtiyaçtan kaynaklanmış olsada, günümüzde at arabalarına ihtiyaç yoktur ve atlara yapılan ''Gereksiz Şiddet'' tir. 

Temel soru insan gereksiz şiddeti neden yapar?

21. yüzyılda suç ve ceza kavramları ne kadar güncel?

Güncelleme zamanı gelmedi mi ?

Neden her suçun cezası belirlenmişken, insanlar suç işlemeye devam eder?
Neden şartla salıverilen tekerrürden ceza alır?
Neden cezaevlerinde yatak kapasitesi dolar, insanlar nöbetleşe yatar?
Neden insan sevgilisini testereyle keser?

İnsanı tanımadan insanları yönetmeye kalkar , kurallar koyarsak olacağı budur.
İnsanı tanımak ‘’ben insan sarrafıyım neler gördüm’’ demekle olmaz,
Hukuk Fakültelerinde hukukçular için uyarlanmış psikiyatri dersleri Adli tıp bünyesinde veya ayrı okutulmalıdır.Okutulmalıdır ki insanı tanısın zayıflıklarını üstünlüklerini , hastalıklarını , insanın çalışma prensiplerini, hormonal yapısını, ön lobun , amigdala’nın ne işe yaradığını, duygu durum bozukluklarını ve bunların suçun oluşumuna etkileri gibi konularda temel bilgi sahibi olsun ki insanın yapısına uygun dolayısı ile iyi işleyen hukuki ve siyasal bir sistem kurulabilsin.Yasa koyucuların ve klasik hukukçuların suç ve ceza anlayışı binlerce yıldır süregelen bir sistemin tekrarından , halk dilindeki deyişle ‘’Sultanahmet meydanında  birkaç kişiyi sallandıracaksın bak bir daha oluyormu’’ mantığından öteye gidemez ne yazık ki.

WHO ‘nun Mental Health 2005 atlasına göre Almanyada 10.000 Kişiye  7.5 psikiyatri yatağı
100.000 Kişiyede 11.8 Psikiyatrist düşerken , Ülkemizde 10.000 kişiye 1.3 psikiyatri yatağı ve 100.000 kişiye 1 Psikiyatrist düşmektedir, iki ülke nüfusu arasında 7 kat fark olmadığına göre,  bu durumda ya ülkemizin insanları çok sağlıklı yada, yatarak tedavi görmesi gereken insanlar aramızda, (hapiste,gazetelerin 3.sayfasında, trafikte, belki patron belki işçi, yada işsiz) yaşıyor, kendisine ve çevresine acı çektirerek, muhtemelen tedavide görmeden ; zira yatarak tedavi görmesi gereken hastalar, tedaviye direnirler, ayakta tedavileri neredeyse imkansızdır.

WHO'nun 1995 yılında yaptığı bir araştırmaya (Mental Ilness in general Health Care -Bkz.Prof.Dr.Özcan Köknel’’2000 li Yılları Algılamak, S.17) göre, genel nüfusun %36 sının ruh sağlığı yerinde , %24 ününde ruh sağlığı bozuk hasta olduğu , %31 inide bedensel hastalık nedeniyle ruhsal yakınmalar gösterdiği ,kalan %9 unun ise eşik altı ruhsal bulgular taşıdığı saptanmıştır.Bu veriler toplumda çok ciddi ruh sağlığı probleminin olduğunu göstermekte, ama ne yazıkki ne toplum ne medya nede yöneticiler bu konuya gereken önemi vermektedir.
Medya ruh sağlığı bozuk kişilerin uyguladığı şiddeti , sapıklığı defalarca verip heyecan yaratıp reyting toplamaktadır. Korku filmleriyle yetinmeyip, korku unsurlarını komedi filmlerine dahi ekleyip , ruh sağlığı biraz zayıf olanlara , çocuklara, rol model oluşturmak ne kadar doğrudur? Testere filminden etkilenip sevgilisini testereyle doğrayan çocuk suçludur da, bu filmden para kazananın hiç mi sorumluluğu yoktur? Sürekli bir avuç azınlığın yaşadığı lüx hayatı, normal, herkesin ulaması gereken bir şeymiş gibi gösterip , insanların içinde bulunduğu duruma kahrettirip , her türlü ahlaki, hukuki sınırları zorlayıp , ne olursa olsun onlar gibi olmaya teşvik etmenin , suça teşvik etmekten ne farkı vardır?

Şifresini bilmeden nasıl anahtarı kilidine uyduramıyorsak ,insanında şifresini bilmeden topluma, toplum kurallarına ,uyduramayız.Topluma uyumsuz olan insan suç işler devlet de onu cezalandırır. Ne acıdır ki devlet kurduğu sistemle bir yandan bireyi suça iter (farkında olmadan,yada aldırmadan) diğer yandan cezalandırır. Bireyin suç işlemesini önlemek yerine suç işlendikten sonra cezalandırmayı tercih eder yada başka yolunun da olduğunu bilmez.
Suçu önlemenin bir yolu olduğunu ama bunun için tüm hukuk sisteminin buna göre uyarlanması gerektiğini birilerinin anlaması , anlatması ve savunması gereği vardır. Sadece hukuk sisteminin değil ahlaki değerlerinde buna uygun yapılanması gerekir.Kısaca söylemeye çalıştığım insanı suça iten faktörleri ortadan kaldırırsanız , suçu ortadan kaldırırsınız. Bu faktörler ya kişinin psikolojik yapısından yada toplumdan (toplumsal kurallar ,gelir dağılımı, ahlaki değerler vs.)kaynaklanır. Bu konuda araştırmalar yapılıp, bilimsel veriler ışığında çözümler üretilmezse binlerce yıllık hammurabi kanunlarını versiyon farkıyla uygulamaya devam ederiz, 21.yüzyılda...

Cezalar herkes için caydırıcı olsaydı ceza evleri boş olurdu. Öyle ise kolaycılığa kaçıp olanla idare etmek değil, olması gerekeni bulmak çağdaş Hukukçunun , düşünen hukukçunun görevi olması gerekir.

İstanbul , 2010 Engin S.

TARTIŞMAYI  BİLİYORMUYUZ?

Niçin  tartışıyoruz?

Tartışmanın  amacı  nedir?

Tartışmadan  ne  sonuç  bekliyoruz?

Sözlük  anlamı  ile:
Tartışma:
   1. Birbirine karşıt düşünceleri karşılıklı savunma:

  1. Karşılıklı ağır sözler söyleyerek yapılan çekişme, atışma, ağız dalaşı, dil dalaşı, dil kavgası, ağız
    kavgası, münakaşa:
  2. Bir sorun üzerine sözle veya yazılı olarak karşılıklı, bazen de sertçe savunma:

Tartmak:
1. Bir şeyin birim cinsten ağırlığını bulmak.

  1. mecaz Bir şeyin bütün sonuçlarını düşünmek, hesap etmek:
  2. mecaz Dikkatle incelemek, değer biçmek

Tartışma sözcüğü,  tart-makdan  türetilmiştir,  karşılıklı tartmak anlamındadır. Yani mecazi olarak bir şeyin sonuçlarını düşünmek, hesap etmek, dikkatle incelemek anlamına gelir.

Oysa sözlükde, üç  anlamından ikisi  şiddet içeren ağız kavgası ve sert savunma, biri karşıt düşünceleri savunmadır. Sözlükler olması gerekeni değil  yerleşmiş olanı, kullanılan anlamları  verir.

Buradan da anlaşıldığı üzere , pratikte karşı fikirleri savunurken , tartmak; sonuçlarını düşünmek, hesap etmek, dikkatle incelemek yerine , fikirlerimizi zorla kabul ettirmeye çalışıp, ağız kavgasına dönüştürmüşüz ve bu anlamıyla da sözlüğe girmiş.

Medyadaki koca koca insanların bir konuyu tartışırken, gerçeği bulmayı amaçlamak yerine kendi görüşünü, her türlü  yolu deneyerek karşısındakine kabul ettirmeye çalışması ve başaramayınca da kavgaya dönüşmesi, medyanında rating uğruna buna çanak tutması, topluma ne kazandırır?

Oysa karşı  fikirlerin tartışılmasından , doğru  tartışmayı bilirsek , fikirlerden birinde birleşme , yada üçüncü bir fikir çıkar, doğru olan bulunur veya doğruya  daha çok  yaklaşılır. Aksi halde herkesin doğrusu kendi doğrusudur, kimse kimseyle anlaşamaz ve herkes  karşısındakini suçlar, tartışmayla , akıl yoluyla çözülemeyen sorunlar da kavgayla , bazende ölümle çözülür.

Tartışmadaki amacımız , gerçeğe , doğruya ulaşmak olsada,  bu o kadar kolay değil.

Öncelikle sağlıklı, kişilik problemleri olmayan, kendine güvenli, açık fikirli ve tartıştığımız konularda yeterince bilgili  olmalıyız. Savunduğumuz fikrin  çürütülebilir olduğunu, bunun kötü bir şey olmadığını , gerçeğe  yaklaşmak için yararlı olduğunu, düşüncemize karşı söylemlerin , kişiliğimize karşı olmadığını , önceden kabul etmeliyiz, tartışmayı bağlamından koparıp kişilik kavgasına dönüştürmemeliyiz. Bunları yapabilmek için kendimizi geliştirmeli ve  okullarımızda öğrencilere psikoloji ve kişisel gelişim dersleri vermeliyiz.

Tartışmanın gereklerini sağlayamıyorsak, Dale Carnegie’nin dediği gibi “TARTIŞMAYIN”.

Engin S. Darıca , 2023

Uçan Balon’un Önlenmeyen Yükselişi 

Uçan balon’un yükselişi, çok büyük gücü olduğundan değil, gücünün önünde bir engel olmadığındandır. Bir çocuk ipini tuttuğunda veya bir ağacın yapraklarına takıldığında yükselemez.

Muhteşem kralın yükselişi de, gücüne boyun eğen, karşı koymayanlar sayesindedir. Kimse itaat etmezse kralın gücü, sıradan birinin gücüne indirgenir. Bu yüzden kral aklının ve bileğinin gücüyle birkaç kişiye üstünlük sağlar, itaat ettirir. Kendisine itaat edenlerle birlikte birkaç kişiyi daha ikna ederek (korkutarak, menfaat sağlayarak) gücünü artırır. İtaat etmeyenleri itaat edenlerin gücüyle itaat etmeye zorlar.  Önüne daha büyük bir engel çıkana kadar eklemlenerek, çığ gibi büyür. Tükürüklerinde boğulabileceği büyük bir kitleye hükmedebilmek, karşı koyma ihtimali olanlara karşı, kimsede olmayan güçleri varmış gibi davranmak inandırmak zorundadır. Kaldı ki kendiside inanır bazen bu duruma, ‘’şeyh uçmaz müritleri uçurur’’ sözündeki gibi ben neymişim diye düşünür. Bir sözüyle insanlar ölür, bir lütfuyla ihya olur. O artık insan bile değildir. Ya tanrıdır yada tanrının oğlu. Kendisi inansada inanmasada, emrindeki kitleler buna inanır. Binlerce yıl sonra toplumlar geliştikçe yeni fikirler yeni buluşlar, yeni dinler çıktıkça kralın tanrılığı kalmasada, yerini soyluluğa bırakır. Oda doğuştan gelen bir ayrıcalıktır ve yönetmesi için yeterlidir. Tanrı kral yerini aristokrat (soylu) krala bırakmıştır. Artık ayrı soyut bir tanrı vardır ve kral da O tanrıya bağlıdır, tıpkı diğer insanlar gibi, artık insanlar kralın tanrı olmadığını anlamışlardır. Kral artık tanrı olmasada tanrıyı kullanmaya devam eder. Tanrının dinini yayma bahanesiyle insanları savaştırır, gücüne güç katar. Ta ki merkantilist ekonomik sistemin gelişmesine kadar . Üretim ve ticaretin arttığı bu dönem soylu olmayan ama asker ve köylü de olmayan aracı tüccar, küçük sanayici den oluşan para birikimi olan burjuva sınıfı ortaya çıkar . Soylu olmayan bu sınıf, işçi ve köylülerle birlikte soylu krala karşı koyar, saray basılır, kral öldürülür, 1789 Fransız devrimi olarak tarihe geçer ve bu olay yeni çağın sonu, yakın çağın başlangıcı olur. Bunu takip eden yıllarda birçok krallık tarihe gömülür. Artık halk kendi kendisini yönetmek ister, ancak büyük kitleleri bir araya toplayıp birçok konuda karar almak , o dönemde internetin olmadığınıda düşünürsek imkansızdır.
Bu yüzden Roma şehir devletindekine benzer doğrudan demokrasi yerine, yarı doğrudan demokrasi (halkın kendisi yerine karar alması için vekil seçmesi ) sistemine geçilmiştir. Teknolojik gelişmeler sayesinde makine gücü karşısında, insan gücünün etkisi azalmaya başlar. Sermaye birikimi olan burjuva sınıfı üretim araçalarına (Makinelere) sahip olduğu için korkunç bir üretim gücüne de sahip olur. Makinenin gücü insanı ezer geçer. İşçi ve köylü açısından fazla bir şey değişmemiştir. Üretim şekli değiştiğinden köylü sayısı azalmış, işçi sayısı artmıştır. Yeni sistemde en çok parası olan kral gibidir. Kralın adı zamanla değişsede, ezen, sömüren, yöneten olarak karşımıza çıkar, ilkel toplayıcı yaşam biçimini bıraktığımızdan bu yana. Hem Machiavelli'nin dediği gibi "kral iyi olmak zorunda değildir, iyi görünmesi yeterlidir."
Bugün dünya servetinin %80 ine 68 kişinin sahip olması kalan %20 yi de 7.000.000.000 kişinin bölüşmesi de  bu yüzden değil mi? 

1kişinin serveti = 400 Milyon kişinin serveti. Tarih böyle kral görmedi.

Mavi yakalıların, beyaz yakalıların, köylülerin, siyasetçilerin, bürokratların, askerlerin, sanatçıların büyük bölümü 68 kişinin değilde, 7 milyarın yararına hizmet etse, uçan balonun ağaca takılması, balona iğne batması gibi, kralın gücü bir anda söner. Aksi takdirde hızla gelişen teknoloji karşısında yapay zeka ve robotlara sahip olan birkaç kişinin orta vadede insanlara çip takıp kontrol etmesi uzun vadede de robotların tamamen insanın yerini almasından sonra , sömürmeye bile ihtiyaç duymadığı dünyanın geri kalanını gereksiz sorun çıkaracak kalabalık olarak görme ihtimali yok mu sizce?

Burada insanlığın yararının nerde olduğu ve ne yapılması gerektiği sorunu karşımıza çıkıyor.

Tabi ki insanlığın yararı, temiz sağlıklı bir çevrede, sağlıklı ve mutlu yaşamaktan geçer.

İşte ‘’temiz, sağlıklı bir dünyada, nasıl sağlıklı ve mutlu yaşayabiliriz’’in arayışıdır ‘’Mutluluk Okulu’’

Engin S.

İçtiğimiz (pet şişe/içi plastik kaplamalı karton kutu) meşrubat, kullan at  çakmak-bardak- çatal-kaşık vs, ıslak mendil, suni deriden ayakkabı – Çanta- Kıyafet , kutular dolusu plastik oyuncaklar, ilk  rüzgarda kırılan şemsiyeler,  yedek parçası ithal edilmeyen, küçücük bir parça için tamamı çöpe giden ürünler, bozulmadan değiştirilen yada değiştirilmeye zorlanan(yazılım değişikliği nedeniyle) elektronik ürünler(bilgisayar, telefon vs.) senede  birkaç hafta kalmak için boş tuttuğumuz evler, yılda birkaç gün kullanmak için alınan traktörler – deniz araçları, sadece hafta sonu kullanımı için alınan arabalar,  geri dönüşümsüz abartılı ambalajlar, her türlü  lüks tüketim, çöpe giden gıdalar ile bizi obeziteye götürecek kadar gıda tüketimi yaparak,

Biz aslında paramızı , çevremizi, sağlığımızı ve çocuklarımızın geleceğini tüketiyoruz!.

Engib S. Darıca, 2024

Tarih içinde zamanımızın paradoksunu şöyle sıralayabiliriz :
Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.
Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; 
daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var.
Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç

saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.
Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.

Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık.
Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var.

Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.
Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz. Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz.
Koşuşmayı öğrendik, ama dinlemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha

çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.
Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenlerin olduğu günlerdir.