REKLAMLAR
Kapitalizm herşeyi parayla satar, en başta da mutluluğu, daha doğrusu mutlu olabilme hayalini satar.
Ucuz gazlı bir içecekten tutun da, lüks bir arabaya, yata, kata, saraya kadar herşeyi ama herşeyi
satın aldığınızda ancak mutlu olabileceğimiz yalanını beynimize nakşeder, reklam denen beyin yıkama yöntemi ile.
Reklamlar kapitalizmin en büyük iki silahından biridir. Diğeri de kapitalin kendisidir.
Reklamlarda kullanılan yöntem, özendirme, özdeşleştirme ve beyne silinmez bir şekilde nakşettirmek için gereken tekrarlardır.
Oysa reklam yerine ürünün gerçek (ölçülebilir) özellikleri tanıtılmalı, özendirilmemeli, kamu otoritesi reklam vereni değil
halkını koruyacak düzenlemeler yapmalı, gereksiz tüketimin önüne geçmeli. Gereksiz bir ürünü tüketirken o ürünün üretim aşamasından, atık hale gelene kadar çevreye verdiği zarar düşünülmeli, ihtiyacımız olmadan tükettiğimiz herşeyle birlikte çevremizi, yaşam alanımızı da tükettiğimizin farkında olmalıyız.
Engin S.
SAVAŞ
Savaş ciddi bir travmadır , insanın psikolojisini bozar, özellikle de uzun süreli olursa. Önce acımasızlığa alışılır, şiddet kanıksanır , uzun sürerse zararı daha fazla olur. Vietnam savaşından sağ dönen birçok askerin başına gelenler gibi, psikolojileri bozuldu, intihar edenler oldu.
Modern dünyada savaşlar sadece silahla olmaz , kapitalist sistemde ekonomik savaşlar vardır ve ömür boyu sürer. Buradaki savaşta bir kurşun gibi sizi anında öldürmez ama aç bırakır, sokakta bırakır, hasta eder , yavaş yavaş öldürür.
Kapitalist sistem size bu ekonomik savaşta sadece HAYAT da kalmayı değil artı MUTLU olmayı , ÖZGÜR olmayı , FARKLI olmayı , İMTİYAZLI olmayı da vaad eder.
Bu kadar güzelliğe kim hayır diyebilir , üstelik REKLAM gibi güçlü EKONOMİK SİLAHI varken. Güzeller güzeli bir kız, bazen erkek X marka aracın üstünde davetkar bir bakışla, bu araca sahip olursan benim gibi birine kavuşursun mesajını beynimizin derinliklerine gönderdiğinde , korteks (Beynin bilinçli düşünen kısmı)emin olun devre dışı kalır çoğu zaman ve duygularımızın etkisiyle gereksiz satın almalar yaparız.
Şimdi tek tek bakalım sistem bize vadettiklerini verebiliyor mu?
HATAT da kalmayı , büyük ölçüde verebiliyor. Özellikle fizyolojik ihtiyaçlar fazlası ile karşılanıyor. Güvenlik riskleri zenginlikle orantılı olarak artsada , güvenlik tedbirleriyle riskler azaltılabiliyor.
İMTİYAZLI olmayı büyük ölçüde verebiliyor, bu savaşın galipleri SARAY larda oturup VIP salonlardan geçip , DÜNYA SİYASETİNE yön vermek gibi ekonomik savaşın mağluplarının yapamayacağı bir çok şeyi yapabiliyor.
FARKLI olmayı büyük ölçüde olmasada verebiliyor, zengin olanla olmayan arasındaki fark büyük olsada, zenginlerin kendi aralarında çok büyük farklılıklar yaratmaları o kadar kolay değil.
ÖZGÜR olmaya sıra gelince işler zorlaşıyor, işinin kölesi olmayanın fazla başarısı da olamaz, zira işleri bir an boş bırakmak , yarışta hayli geri kalmak demektir. Araba yarışında şurada güzel bir şey gördüm dur bakayım diyenin kazanma şansı varmıdır?
MUTLULUK, işte asıl aldatma burada üstelik bu aldatmanın aldatanıda aldanmış durumda. Savaş ortamında helede uzun süreliyse, insanın mutlu olması sadist olmasıyla mümkündür ancak , kaldı ki aslında o da gerçek mutluluk değil hazdır, geçici bir haz.
Ekonomik savaş(Rekabet) ortamını da duygusal beynimiz gerçek savaş gibi algılar ve strese girer, çünkü milyonlarca yıllık evrim sürecimizde ki karşılığı gerçek savaştır. Ekonomik savaşı ilkel(duygusal) beynimiz bilmez, korteksimize(beynimizin düşünen kısmı) düşen görev de , libidomuzun bize hataya düşerek al dediği o arabayı vs. yi almak için mantıklı gerekçeler üretmekden öteye gidemez çoğu zaman.
Oysa ki o arabayı içinde kız (yada erkek) olmadan verirler, dünya kadar da paranı (emeğini, zamanını) alırlar. Libido da bir hayal kırıklığı ve mutsuzluk. L
Evlilik için de, durum çok farklı değildir. Birinci nesil zenginlerden değilse, kapitalist evliliğini de planlamak zorundadır, eş seçimini, işlerinin gelişimine yapacağı katkıda etkiler. Evlendikten sonra, iş çıkışı, iş için istemediği davetlere, toplantılara katılmak zorundadır.
Bu kadar hesaplı ve ömür boyu süren savaşta yüksek stres düzeyi, kişiden kişiye değişmekle birlikte mutsuzluk kaynağı olur. Senede birkaç hafta tatil de yeterli olmaz, isterse 180m. yatın olsun.
Bir arslanın avını yakalayıp yemek için 8 -10 saat koştuğunu düşünebiliyor musunuz?
Yemeğini yiyemeden çatlar ölür hayvan.
İnsan için de durum çok farklı değildir. Milyonlarca yıllık evrim sürecinde oluşan vücut sistemimizin, toprağı ekmeyi öğrenip kısmen yerleşik düzene geçtiğimiz 10.000 yılda değişmesini yeni şartlara uygun evrimleşmesini bekleyemeyiz. Bu durumda kurduğumuz sistemleri bünyemize uydurmak zorundayız, mutlu olmak için.
Engin S. Darıca, 2023
BİR ŞEYİN DEĞERİ: SİZİN İÇİN, ONA VERDİĞİNİZ DEĞER KADARDIR.
Neye ne kadar değer vereceğimizi biz belirlemeliyiz. Yoksa elin donu değerli olur, senin ömrün beş para etmez! Nasıl mı? Aşağıdaki konuşmaya bir bakalım...
(Elvis Presley'in mavi donu satışa çıkarıldı...)
-Eee kimin donu, O'nun donu...
-Kim ''o''
-O değer verdiğin.
-İyi de ben onun sanatına (kahramanlığına, güzelliğine vs.) değer verdim,vermemeli miydim ?
-Vermeliydin.
-Eee
-Fazla değer verdin gözünde büyüttün o kadar büyüttün ki, açık artırmada donuna bile paran yetmiyor !
-Bir tek ben mi değer verdim milyonlar değer veriyor.
-Bir tek sen değer versen sorun olmaz zaten...
Burada serbest piyasa ekonomisinin altın kuralı görülür arz talep dengesi: Talep/Arz=Fiyat Buna göre talebi artan ürünün fiyatı yükselir. (arz sabit olmak kaydıyla) Arzı artan ürünün de fiyatı düşer. (talep sabit olak kaydıyla) Sonuç olarak bir şeye ne kadar çok değer verirseniz ve bu değeri verenlerin sayısı ne kadar çok olursa olursa onun fiyatı da o kadar çok olur... Burada ürünün ne olduğu önemli değil, bu Elvis Presli'nin donu da olabilir, bir araba modeli de, bir futbolcunun transfer ücreti de...
Bir toplumda birkaç hırsız karnını doyurur, herkes hırsız olursa, insanlar açlıktan ölür!
''Kabullendiğimiz değerler bizi mutlu da edebilir mutsuz da...''
Sizin 100 TL etmez dediğiniz bir tabloya başka biri 100.000 TL değer biçebilir.
Birinin uğruna cinayet işleyebileceği bir konuya başka biri önemsiz diyebilir.
Bu değerleri sizin vermenizde gerekmez sizden önce verilen değerleri sorgulamadan kabullenebilirsiniz. Yada sorgulayıp, benimser yada benimsemezsiniz.
Para da bizden evvel belirlenmiş değerlerdendir. Biz onun değerini ya sorgulamadan yada kısa bir sorgudan sonra hemen benimseriz. Olmazsa olmaz dır para... Doğrudur da, nereye kadar... Senin değer verdiğin para, sana değer vermeye başlayana kadar; ''Kaç paralık adamsın ? '' sözü yerleşene kadar.
Bireyi iktidara karşı kim koruyacak, can güvenliğini, mal güvenliğini, özgürlüğünü kim ve nasıl sağlayacak?
Mutlak monarşilerde (krallık, padişahlık gibi) halkın yaşama hakkı , mülkiyet hakkı ve diğer hakları monarkın keyfine kalmıştır. İsterse sizin canınızı, isterse malınızı alır , sizin hiçbir hakkınız yoktur. Padişahım yada kralım çok yaşa diyerek,belki lütfuna nail olma ihtimaliniz vardır ancak. Bir insanın bu kadar güçlü olması,diğerlerinin ona itaati ile mümkün olur, aksi takdirde kral felanca kişi asılsın dediğinde kimse itaat etmezse kralın korkunç gücü kendi bileğinin gücüne iner bir anda,gücü yetiyorsa kendi asar, yetmiyorsa komik duruma düşer. Bu durumu çok iyi bilen kral ya kendisinin olağan üstü güçleri olduğuna (örneğin savaş tanrısının oğlu olduğuna ) inandırabileceği saf kişileri etrafında toplayarak güç oluşturur ve bu güçle diğerlerini ezerek zorla itaat ettirir, yada yakın çevresine birtakım ünvanlar ile menfaat vaad eder ki ona sadık kalsınlar itaat etsinler veya her iki yolu birden kullanır. Bu güç sarmalı bir kez kuruldumu korkunç boyutlara ulaşabilir ve artık birey bu büyük güç karşısında çaresiz kalır. Devletin yada iktidarın korkunç gücü karşısında bireyin ezilmemesi için iktidarın gücünün sınırlanması gerekir. Montesquieu kuvvetler ayrılığı teorisi ile bunu sağlamaya çalışmıştır , devletin gücünü yasama yürütme ve yargı olmak üzere 3 eşit parçaya ayırmış ve bunların eşit ve birbirinden bağımsız güçler olması gerektiğini söylemiştir. Ancak kuvvetler ayrılığı tek başına yeterli değildir çünkü; yasa koyucu bireyin tüm özgürlüklerini tüm haklarını, insan olmasından kaynaklanan temel haklarını çıkardığı yasayla elinden alabilir, dolayısıyla yargılamada bu yasalara göre yapılacağından kişilerin can ve mal güvenliğini ve temel haklarını yargı dahi koruyamaz. Düşünün üç yıl emeklilikten sonra işçilerin devlete yük olduğu dolayısıyla idam edilmesi gerektiği konusunda bir yasa çıkmış olsun kim bu yasaya kurallar içinde karşı çıkabilir? Olmaz demeyin Hitler ve Stalin dönemlerinde ölen milyonlarca insan olabilirliğinin kanıtıdır. Bunu sınırlamanın yolu anayasa ve anayasa mahkemesinden geçer. Öyle ki bireyin temel hakları (yaşama , mal edinme , eğitim, seyahat vs.)anayasada belirtilir, kanun koyucu bu temel haklara aykırı kanun çıkaramaz , çıkarırsa anayasa mahkemesi kanunu iptal ederek, bireyin temel haklarını korur. Aynı zamanda yargı (tabiki iktidarın etkisinden uzak bağımsız ve adil yargı), anayasaya uygun olarak çıkarılan yasalara, yasayı çıkaranlar ve iktidar dahil olmak üzere, herkese eşit uygulanmasını sağlar. Bunun için iktidarın yasa yapıcının yargı üzerinde hiçbir gücünün olmaması gerekir, işte bunun adı "Yargı Bağımsızlığı"dır.
21. yüzyılda suç ve ceza kavramları ne kadar güncel?
Güncelleme zamanı gelmedi mi ?
Neden her suçun cezası belirlenmişken, insanlar suç işlemeye devam eder?
Neden şartla salıverilen tekerrürden ceza alır?
Neden cezaevlerinde yatak kapasitesi dolar, insanlar nöbetleşe yatar?
Neden insan sevgilisini testereyle keser?
İnsanı tanımadan insanları yönetmeye kalkar , kurallar koyarsak olacağı budur.
İnsanı tanımak ‘’ben insan sarrafıyım neler gördüm’’ demekle olmaz,
Hukuk Fakültelerinde hukukçular için uyarlanmış psikiyatri dersleri Adli tıp bünyesinde veya ayrı okutulmalıdır.Okutulmalıdır ki insanı tanısın zayıflıklarını üstünlüklerini , hastalıklarını , insanın çalışma prensiplerini, hormonal yapısını, ön lobun , amigdala’nın ne işe yaradığını, duygu durum bozukluklarını ve bunların suçun oluşumuna etkileri gibi konularda temel bilgi sahibi olsun ki insanın yapısına uygun dolayısı ile iyi işleyen hukuki ve siyasal bir sistem kurulabilsin.Yasa koyucuların ve klasik hukukçuların suç ve ceza anlayışı binlerce yıldır süregelen bir sistemin tekrarından , halk dilindeki deyişle ‘’Sultanahmet meydanında birkaç kişiyi sallandıracaksın bak bir daha oluyormu’’ mantığından öteye gidemez ne yazık ki.
WHO ‘nun Mental Health 2005 atlasına göre Almanyada 10.000 Kişiye 7.5 psikiyatri yatağı
100.000 Kişiyede 11.8 Psikiyatrist düşerken , Ülkemizde 10.000 kişiye 1.3 psikiyatri yatağı ve 100.000 kişiye 1 Psikiyatrist düşmektedir, iki ülke nüfusu arasında 7 kat fark olmadığına göre, bu durumda ya ülkemizin insanları çok sağlıklı yada, yatarak tedavi görmesi gereken insanlar aramızda, (hapiste,gazetelerin 3.sayfasında, trafikte, belki patron belki işçi, yada işsiz) yaşıyor, kendisine ve çevresine acı çektirerek, muhtemelen tedavide görmeden ; zira yatarak tedavi görmesi gereken hastalar, tedaviye direnirler, ayakta tedavileri neredeyse imkansızdır.
WHO'nun 1995 yılında yaptığı bir araştırmaya (Mental Ilness in general Health Care -Bkz.Prof.Dr.Özcan Köknel’’2000 li Yılları Algılamak, S.17) göre, genel nüfusun %36 sının ruh sağlığı yerinde , %24 ününde ruh sağlığı bozuk hasta olduğu , %31 inide bedensel hastalık nedeniyle ruhsal yakınmalar gösterdiği ,kalan %9 unun ise eşik altı ruhsal bulgular taşıdığı saptanmıştır.Bu veriler toplumda çok ciddi ruh sağlığı probleminin olduğunu göstermekte, ama ne yazıkki ne toplum ne medya nede yöneticiler bu konuya gereken önemi vermektedir.
Medya ruh sağlığı bozuk kişilerin uyguladığı şiddeti , sapıklığı defalarca verip heyecan yaratıp reyting toplamaktadır. Korku filmleriyle yetinmeyip, korku unsurlarını komedi filmlerine dahi ekleyip , ruh sağlığı biraz zayıf olanlara , çocuklara, rol model oluşturmak ne kadar doğrudur? Testere filminden etkilenip sevgilisini testereyle doğrayan çocuk suçludur da, bu filmden para kazananın hiç mi sorumluluğu yoktur? Sürekli bir avuç azınlığın yaşadığı lüx hayatı, normal, herkesin ulaması gereken bir şeymiş gibi gösterip , insanların içinde bulunduğu duruma kahrettirip , her türlü ahlaki, hukuki sınırları zorlayıp , ne olursa olsun onlar gibi olmaya teşvik etmenin , suça teşvik etmekten ne farkı vardır?
Şifresini bilmeden nasıl anahtarı kilidine uyduramıyorsak ,insanında şifresini bilmeden topluma, toplum kurallarına ,uyduramayız.Topluma uyumsuz olan insan suç işler devlet de onu cezalandırır. Ne acıdır ki devlet kurduğu sistemle bir yandan bireyi suça iter (farkında olmadan,yada aldırmadan) diğer yandan cezalandırır. Bireyin suç işlemesini önlemek yerine suç işlendikten sonra cezalandırmayı tercih eder yada başka yolunun da olduğunu bilmez.
Suçu önlemenin bir yolu olduğunu ama bunun için tüm hukuk sisteminin buna göre uyarlanması gerektiğini birilerinin anlaması , anlatması ve savunması gereği vardır. Sadece hukuk sisteminin değil ahlaki değerlerinde buna uygun yapılanması gerekir.Kısaca söylemeye çalıştığım insanı suça iten faktörleri ortadan kaldırırsanız , suçu ortadan kaldırırsınız. Bu faktörler ya kişinin psikolojik yapısından yada toplumdan (toplumsal kurallar ,gelir dağılımı, ahlaki değerler vs.)kaynaklanır. Bu konuda araştırmalar yapılıp, bilimsel veriler ışığında çözümler üretilmezse binlerce yıllık hammurabi kanunlarını versiyon farkıyla uygulamaya devam ederiz, 21.yüzyılda...
Cezalar herkes için caydırıcı olsaydı ceza evleri boş olurdu. Öyle ise kolaycılığa kaçıp olanla idare etmek değil, olması gerekeni bulmak çağdaş Hukukçunun , düşünen hukukçunun görevi olması gerekir.
İstanbul , 2010 Engin S.
Tarih içinde zamanımızın paradoksunu şöyle sıralayabiliriz :
Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.
Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var.
Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç
saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.
Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.
Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık.
Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var.
Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.
Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz. Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz.
Koşuşmayı öğrendik, ama dinlemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha
çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.
Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenlerin olduğu günlerdir.
Sayfa 4 / 4