Ahlaksızlığın ve aç gözlülüğün yaygınlaşmasıyla orantılı olarak , sorun çözmek için oluşturulan kurumlar (Adalet, Sağlık, Eğitim, Güvenlik, Belediye v.s) git gide sorunları çözemez hale gelir.
Bu durum tüm toplumu zaman zaman (işi düştükçe) rahatsız eder ve çözüm için yeni yasal düzenlemeler talep edilir. Sorun gerçekten yasaların eksikliğinden veya yanlışlığından kaynaklanıyor olsa ve doğru bir şekilde değiştirilse bile, yasaların kağıt veya dijital materyaller üzerinde öylece durduğu ve insanlar tarafından doğru uygulanmadığı takdirde hiçbir işe yaramayacağı , göz ardı edildiğinden ilk akla gelen doğru yasaların doğru uygulanabilmesi için cezaların artırılması düşüncesidir. Elbette ceza korkusu, sağlıklı insanların yasalara uyumunu artırır ama sağlıksız olanlar üzerinde o kadar etkili olmaz. Ayrıca açgözlülük ve ahlaksızlık belirli bir oranın üzerine çıkdığında, yasaları kendi çıkarı için uygulamayacak kişilerin sayısı da o oranda artmış olur. Şanlıysanız açgözlü olmayan, ahlaklı(etik değerlerine sadık) kişilere denk gelirsiniz ve hastanız suistimale uğramaz, adalete işiniz düştüyse hakkınızı alırsınız, çocuğunuz alması gereken eğitimi alır vs. ; şansınız yaver gitmezde açgözlü, ahlaksız bir hekime çocuğunuzu emanet ederseniz, yada kendinizi, ne olur?
Halk arasında bir deyim vardır, “ iki kişiyi sallandır, ibret alem için, bakalım yapan oluyor mu” diye .
Kaç kişiyi sallandırırsan sallandır , ibret alamayacak, kendine hakim olamayan insanlar vardır ve bir daha yapan olur. Dahada önemlisi adalet beklediğin kişi aç gözlü , bir ahlaksız ise ne olur? Onu da başka biri yargılar değil mi? Evet ama aç gözlülük ve ahlaksızlığın arttığı oranda , doğru uygulamacıyı bulmak giderek zorlaşır.
Bu sorun nasıl çözülür diye düşünüldüğünde, ilk akla gelen “Allah Korkusu” dur. Allahtan korkan bunları yapmaz diye düşünülür. Kimin Allahtan korktuğunu, kimin korkmadığını nasıl bilebiliriz? Kaldı ki bilsek bile Allahtan korkmayanları veya Allaha inanmayanları ne yapacağız? Kaldı ki insanların yaptığı yasaları, Allahın yasası olmadığı için kabul etmeyenler veya tanrıyı kıyamete zorlamayı inancı gereği görenleri ne yapacağız? Herkesi doğru bildiğimiz bir inanca zorlayamayız, zorlasak bile sonuç alamayız, insanlar korkudan inanmış görünürler, sonuç yine değişmez.
Sorunların çoğu, kapitalizmin yarattığı açgözlülük ve doyumsuzluktan kaynaklanıyor. Kapitalizm ürettiği ürünlerin satılması için reklamlarla insanları gereksiz tüketime sevk ediyor ayrıca yine kapitalizmin yarattığı gelir adaletsizliği, günümüzde eskiye oranla iletişim olanaklarının artmasından dolayı, çok fazla göz önünde ve bu durum insanları etkiliyor. Parası görece az olan insanlar, çok olanların yaşamından veya dizilerdeki herkesin holding sahibi olduğu sanal yanılgısından , reklamlardan, çevresinde gördükleri lüks den etkileniyor ve daha fazlasını istiyor, arzu ediyor.
Emeğinin karşılığını alamayan veya alsa bile o karşılık , gördüğü ve etkilendiği hayatı yaşamasına yetmeyen kişilerin yoldan çıkmasının (ahlaksızlığının) sebebi, açgözlülük , açgözlülüğün sebebi de kapitalizmin gelir adaletsizliği ve bunu herkesin gözüne sokması , reklamlarla gereksiz tüketime zorlaması, zenginliğin kaynağına bile bakılmadan kutsanması, değerler silsilesinin yanlış olmasıdır.
Dürüstlüğün paradan daha az değer gördüğü bir toplum düşünün. Şener Şen’in oynadığı “Namuslu” filmi böyle bir toplumu hicveder. İnsan kendisine değer verilsin ister bu temel ihtiyaçlarımızdandır. Kendisini değersiz hisseden kişi bunalıma girer bir süre sonra intihar edebilecek hale gelir.
Namuslu filmindeki gibi dürüst olduğunuz için değer görmüyor, paralı olduğunuz için değer görüyorsanız yani dürüst olan değil, paralı olan toplumda değer görüyorsa, yemek gibi , su gibi temel bir ihtiyaç olan saygı göreme değerli olma ihtiyacını karşılamak için kişi elinden geleni ardına koymayacaktır. Temel soru, toplum parası olana değil de dürüst olana değer verseydi, saygı gösterseydi yani değerler silsilesinde dürüstlük, çalışkanlık, paranın üzerinde olsaydı sonuç ne olurdu?
Dürüst ve çalışkan olan değer görme ihtiyacını karşılamış olacak ve yoldan çıkmayacaktı. Parası daha çok olan da belki çalışanlarını işyerine ortak edecekti, saygı görmek için.
Bu şekilde doğru ortak değerlerde birleşmiş toplumlarda sistemler tıkır tıkır çalışır. İnsanlar sağlıklı ve mutlu yaşar. Engin S. 26.10.2024 Darıca
İnsan ihtiyacından fazla kalori aldığında, kilo alır, kilolarından kurtulamaz ve kilo almaya devam ederse, şeker - insülin mekanizması bozulur, obez olur.
İhtiyacından fazla kazanan insan da, tatmin mekanizması bozulana kadar, kazanmaya devam ederse ruhsal obez olur.
Nasıl mı?
İhtiyacından fazla kazanmak, kolay bir şey değildir. Çok çalışmayı, her türlü sınırı (bazen etik sınırları da) zorlamayı gerektirir. Çalışırken sınırları zorlamak ve başarmak zevk verir, çünkü biyolojimiz buna göre oluşmuştur. Çok yorulduğumuzda kaslarımız acı çeker ve bu acıyı dindirmek için endorfin salgılanır, endorfin acıyı keser, zevk verir. Ayrıca başarmanın verdiği gurur ve üstünlük hissi seratonin salgısıyla bizi ödüllendirir. Buraya kadar olanlar biyolojimize uygundur ve tatmin mekanizması henüz bozulmamıştır. Ancak, başka zevklere zaman ayırmayan ve aynı yöntemle nefes almadan çalışmaya ve kazanmaya devam eden insan, bir süre sonra “Hedonik Adaptasyon” nedeniyle daha fazlasını yapmadan zevk almamaya başlar, kolay gelen kazanç mutluluk kimyasallarını harekete geçirmez ( morfin bağımlısının ilk dozlardan sonra daha fazlasına ihtiyaç duyması gibi ), işte bu noktada tatmin mekanizması kısır döngüye girmiş, “Ruhsal Obezite” başlamıştır.
Ruhsal Obezite'nin sakıncaları
Ruhsal Obez için:
Daha çok çalışıp, daha fazlasını başarınca, daha az mutlu olmak. Başaramayınca mutsuz olmak.
Çalışmayınca mutsuz olmak, tatminsizlik.
Başkaları için :
Ruhsal Obezler, yendikleri (RO veya değil) rakipleri için,
Çalışanlarına yeterli ücret vermeyen RO ler, çalışanları için,
Başarılarını veya servetlerini görüp kıskanalar için, mutsuzluk kaynağıdır.
Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu (SOFI) Raporunda, 2021'de dünyada 3,1 milyardan fazla insanın, sağlıklı beslenmek için gereken ekonomik imkânlara sahip olmadığı, yaklaşık 735 milyon insanın açlıkla karşı karşıya olduğu ifade ediliyor.
Bu durumdan , global ölçekte, tohum, ilaç, gübre, enerji ve silah sanayisinde, hakim konuma geçmiş fiyat belirleyici RO lerin sorumluluğu nedir acaba? Tohum ilaç neysede silah sanayisinin açlıkla ne ilgisi var demeyin, silaha harcanacak parayla açlar doyurulur, bırakın doyurmayı, silahı kafalarına dayayıp ellerindekini de alanlar var.
Temel ihtiyaçlarını karşılayamayan 3 milyardan fazla insan nasıl mutlu olsun. Kaldı ki dünyanın geri kalanı da nasıl mutlu olacağını bilmediği veya ekonomik ve siyasal sistemler yeterince uygun olmadığı için, yeterince mutlu değil. Mutsuz insanların bir kısmı kendi hayatını, bir kısmı ise başkalarının hayatını kısaltıyor.
Hedonik adaptasyon, olumlu yahut olumsuz olaylar karşısında tepki olarak yükselen ya da azalan mutluluk düzeyinin yeniden bu olaylardan önceki hâline (denge noktasına) dönmesi eğilimidir. Bu terimi "Brickman & Campbell" bulmuştur.
Hedonik adaptasyona sebep olan, vücudumuzdaki bazı kimyasalların çalışma şeklidir. Şöyle ki ; mutluluğumuzla ilgili olduğu öne sürülen, dört kimyasal (dopamin, oksitosin, seratonin ve endorfin) ile bizi risklerden koruyacak tepkiler vermemiz için uyaran "kortizol" (az salgılandığında stres, çok salgılandığında korku hissi verir), dönüşümlü olarak devreye girer, hiç biri sürekli salgılanmaz, eğer bunlardan biri bile sürekli salgılansaydı, bugün hayatta olamazdık.
Çok partili rejimi, sınıfsal (işçi - Patron), etnik (Türk-Kürt-Roman-Laz vs.), dinsel, mezhepsel ve hatta takımsal (F.Bahçe-G.saray-Beşiktaş-Trabzon vs.) ayrımcılık ve çatışma rejimi sandık yada bize bunlar dayatıldı ve düşünmeden kabullendik, koşullandık !
Aklını kullanmaya başladığından beri insanoğlu, aç kaldığında başkasının elindekine göz dikmiş, zorla veya kurnazlıkla onu elde etmeye çalışmıştır. İnsanoğlunun egosu geliştikçe açlığın yanısıra açgözlülükde, başkasının elindekine göz dikme nedeni olmuştur. Devletlerin, klanların binlerce yıllık tarihi bu temelde şekillenmiş, şanlı denen tarihler bu temel güdülerle yazılmıştır. Başlangıçta yöntem aynıdır zorbalık ve kurnazlık. Zamanla hak kavramı gelişmiş, hukuki kavramlar gelişmiş, zorbalık ve kurnazlığın yanında yerini almış ama henüz milyonlarca yıldır var olan zorbalık ve kurnazlığın yerine geçememiştir tam olarak.
Yukarıda anlatılan nedenlerle devletler, şirketler, organize güçler, başkasının elindekilere göz diktiklerinde, bazen zorbalık daha çok kurnazlıkla, hukuki ve siyasi sistemleri de kullanarak, amaçlarına ulaşmışlardır. Sömürü yöntemleri geliştikçe gelişmiş akla zarar usuller geliştirilmiş, sinemalarda 25. kare diğer adıyla subliminal reklamlardan tutunda, başka ülkelerde gençken devşirip eğitilip koza yapılıp 20 , 30 belki 40 yıl sonra kendi çıkarlarına çalışacak insanlar yetiştirmeye kadar çok çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Başka ülkelerde kendi çıkarlarına yakın iktidarları desteklemek hatta oralarda para, ideoloji ve silah gibi yardımlarla ihtilal yada terör yaptırmak, basit yöntemler olarak kullanılmakta, daha teknik olarak, 1 gr polonyumla yüzlerce insan iz bırakmadan öldürülebilmekte, başka bir kimysal madde verilen insan kendi kendisini öldürmektedir. Çok azına değinebildiğimiz bu yöntemlerden klasik olanlarıda, sınıfsal, etnik, dinsel , mezhepsel ayrımcılıkları körükleyerek insanları birbirine kırdırıp zayıflatarak sömürüye açık zayıf toplumlar oluşturmak, bütünüyle yutulamayan ekmeği parçalayıp yutmakdır.
Dinlerin toplum yaşamındaki öneminin çok büyük olduğu, sömürenlerin dikkatinden kaçmamış, saf dini duyguların sömürüye ne kadar açık olduğunu binlerce yıl önce anlamış ve kullanmaya başlamışlardır. Bugün dahi dinlerin toplum üzerindeki gücü, sömürenleride bu yolu kullanmaya sevketmektedir. Yeni dinler yaratılmakta yada var olanların farklı yorumları ile işlerine geldiği gibi insanlar sevk ve idare edilmektedir. Bunlar için sahte din adamları yetiştirilmekte ve halkı etkilemesi için her türlü destek verilmektedir. Beş yıldızlı otellerdeki din ayinlerinden tutun, tarikat evlerindeki toplu intiharlara kadar gazete haberlerinde gördüğümüz olaylar bu tür çalışmaların su üstündeki yüzüdür sadece.
Sadece din değil, aidiyet duygusuda sömürüye açıktır. Etnik aidiyet, takım aidiyeti, grup aidiyeti. Duygular (aidiyet gibi) amigdalanın (ilkel beynin) ürünü olduğu için kandırılmaları, sömürülmeleride kolay olur. Korteksin (beynin en son gelişmiş kısmı) ürünü olan düşüncenin kandırılması ve sömürülmesi ise oldukça zordur yüksek zeka ve çaba gerektirir. O yüzden toplumların duygularına (ilkel beyinlerine) hitap ederler. Güçlü duygular, ( korku, aidiyet gibi ) düşünmemize sekte vurur. Duygular iyiye de kötüye de kullanılabilir, önemli olan duygular üzerinde aklın hakimiyetini sağlayabilmektir. Aklını kullanan daha sağlıklı nesiller için, ana rahminden itibaren çocuğun iyi beslenmesi ve doğduktan sonra korteksi geliştirecek eğitim ve öğretimi alabilmesi ve daha önemlisi, hayvan döllenmesine gösterilen özenin (et-süt verimi, hastalıklara dayanıklılık, dengeli ve yeterli beslenme açısından), insan için de gösterilmesi ve evlilik öncesi alınan bulaşıcı hastalıklarla ilgili sağlık raporuna, genetik rahatsızlıkların da eklenmesi, toplumsal ve bireysel olarak doğru değerlerin benimsenmesi, öğretilmesi gerekir.
Aç gözlü insan toprağı sömürürken toprağı öldürür, denizi sömürürken balık neslini tüketir, insanı sömürürken onu aç yoksul bırakır hatta öldürür (bakımsızlıktan, hastalıktan, savaştan).
Oysa çocuk anneyi, bitki toprağı sömürdüğünde ne anne ne de toprak ölür.
Bu gün temiz su, temiz hava, temiz gıda bulmakda zorlanıyorsak, düşünmek gerekir. Biz bu hale nasıl geldik ?
Sonuç olarak biz bu hale ''DÜŞÜNMEDEN'' geldik !
Engin S.
Serbest piyasa kime serbest?
Serbest piyasa: güçlünün güçsüzü ezdiği ve eninde sonunda, kendisin de ezilebileceği bir sistemdir.
Son zamanlarda ekonomistlerden sık sık duyduğumuz “Fiyatlama Mekanizmasının (davranışının) Bozulması” deyimi : fiyat koyabilenin istediği gibi (sınırsız) fiyat koyması anlamına gelir.
Tabi burada sebest piyasa savunucuları, talep olmazsa fiyat düşer diyecekler, keyfi ihtiyaçlarda bu doğru olabilir ama zaruri , yaşamsal ihtiyaçlarda bu geçerli değil, ev almazın ama, kirada oturmaktan vazgeçebilirmisin , kiralar yüksek diye sokakta yaşayabilirmisin yada gıda fiyatları yüksek diye yemekden vazgeçebilirmisin, geçemezsin öyleyse burada serbest irade yok, serbest piyasa tüketiciye sebest değil. Kaldı ki globalleşen dünyada, hayati olmayan ihtiyaçlarda bile sen almazsan, dünyanın başka bir yerinde birileri alır ve bireyler olarak arz, talep fiyat mekanizmasına etkin çok sınırlı kalır.
Neredeyse hergün yapılan zamlarla, zihinlerde olan fiyat bilinci yıkılmış ; tüketici, yine zam gelecek korkusuyla, fiyat ne olursa olsun, son kuruşuna kadar tüketime yönelmiş yada yönlendirilmiştir. Korkunun olduğu yerde serbest irade, serbest piyasa olur mu?
Fiyatlara her gün zam serbest, maaşlara değil. Bundan maaşlara her gün zam yapılsın anlamı çıkarılmasın, fiyatlara her gün zam yapılmasın, maliyetler satış fiyatıyla eşitlendiğinde zam yapılsın mesela yada kar haddi olsun, keyfi zam yapılmasın en azından hayati ihtiyaçlarda.
Serbest piyasa ekonomisinin savunucuları, tam rekabet ortamının faziletlerinden, arz/talep dengesinde oluşan fiyatın en iyi fiyat olduğundan, devletin müdahale etmemesi gerektiğinden bahseder ama, tam rekabetin, tam bir aldatmaca olduğundan hiç bahsetmez. Bir taraftan kâr maksimizasonunu hedefleyeceksin, bir taraftan da kârını minimize edecek tam rekabeti isteyeceksin, bu çelişkili durumu arzu edenler olsa bile, piyasadan ilk silinecekler arasında olabilir ancak; diğerleri tam rekabetten kaçmanın bir yolunu bulur, aralarında anlaşarak fiyat yükseltenler, yasalardan yararlanarak menfaat sağlayanlar; yatırım teşvikleri, gümrük uygulamaları gibi üreticiye serbest uygulamalar, büyüklüğünü (dayanma gücünü) kullanarak rakiplerini batırıp, piyasayı ele geçirenler, geçirdikten sonrada istediği fiyatı belirleyen birkaç firmanın oluşturduğu karteller, (kartelleşme yasağı da işe yaramıyor, cezaları da, fiyatlarına yansıtarak, müşterilerine ödetiyorlar ) tam rekabet piyasasının aslında bir rüya, bir aldatmaca olduğunu, acı bir şekilde bize gösteriyor.
Bugünkü fiyat artışlarının (moda deyimle enflasyonun) nedeni, talep artışıyla başlayan fiyat artışlarının (enflasyonun), olası enflasyon korkusu ve aşırı kâr arzusunun birleşiminden kaynaklanan fiyat artışıyla sürüdürülmesidir. Herkes fiyatını artırırsa fiyat artışı(enflasyon) düşmez. Dolar artışını fiyat artışına(enflasyona) sebep gösterenler, dolar artmadığı zamanlarda yaptıkları fiyat artışına (enflasyona), açlık sınırındaki insanların maaşlarına daha zam yapılmadan yaptıkları fiyat artışlarına neyi sebep gösterecekler? Korkularını mı ? Kâr arzularını mı?
Engin S. Darıca, 2024
Ezberci eğitim sistemi, takipçi, taklitci sistemlere yol açar. Sorgulayıcı, araştırıcı, inovatif düşünmeyi destekleyen eğitim sistemleri ise, yeni yaratıcı fikirlere, buluşlara, ekonomik ve sosyal alanlarda gelişmeye yol açar.
Bazı insanların ezber yeteneği daha güçlü, bazılarının ise muhakeme yeteneği daha güçlüdür.
Eğitim sisteminin ağırlığı ezbere daynadığında, muhakemesi güçlü fakat ezberi zayıf olanlar, sistemden olumsuz etkilenir ve geri kalırlar. Oysa inovasyon için, yeni buluşlar için, sorgulama, muhakeme , ezberden daha önemlidir ve sistemin bu kişilere ihtiyacı vardır. Öyle ise, eğitim sisteminin bilgiyi ölçmeye (ezbere) verdiği önemi, muhakeme yeteneğini ve diğer yetenekleri ölçmeye de vermelidir.
Üniversite öncesi eğitimde temel bilgiler ezberletilmeli ancak, zaman zaman kitap defter açık, fakat sorular muhakemeyi gerektirecek şekilde (bak, yaz şeklinde değil) muhakeme sınavları yapılmalı, sürekli ezbercilik ödüllendirilmemeli. Düşünme, sorgulama da ödüllendirilmeli. Ayrıca meslek okullarına yeteneği olanlarda, o alanlarda teşvik edilmeli, kişiler yeteneği olan alanlara özendirilmeli, meslekleri sevdirecek diziler yapılmalı. Eğitim alanları ihtiyaca
göre planlanmalı, eğitimde, gereksiz veya ayrıntı bilgilerle beyinler doldurulmamalı, hedefe yönelik gerekli bilgiler verilmelidir.
Ezberci eğitim yerine, sorgulayıcı, nedeni, niçini ile gerçekten öğrenen (sadece ezberleyen değil) insanlar ne kadar çok olur ve onların bilim yapma ortamı olan üniversiteye girme oranı ne kadar yüksek olursa, bilim yapma, yeni bir şeyler bulma olasılığı o kadar yüksek olur. Bir bilgiyi ezberlemek için, önce o bilginin bulunması gerekir, henüz olmayan birşeyi ezberleyemezsiniz ama daha önce üretilmiş bilimsel bilgileri kullanarak, soru sorup cevaplar arayarak, deneyerek, muhakeme ederek yeni şeyler üretebilirsiniz. Bilgi üretildikten sonra ezberlenebilecek bilgiye dönüşür. Geri kalmış toplum olmak, fakir olmak, cahil olmak istemiyorsak, ezberi güçlü olanlarla ezberi biraz daha zayıf ama muhakemesi güçlü olanlar arasındaki dengeyi bozmamak, sorgulayan, bilim yapan, gelişmiş toplum olmak için, genel yetenek sınavını eskiden olduğu gibi tekrar üniversite sınavlarına koymalı, ezberi güçlü olanlara pozitif ayrımcılık yapmakdan ve ezbercilikden vazgeçmeli üniversitelere daha çok maddi olanak sağlamalıyız. Aksi takdirde daha çok TAKİPCİ, EZBERCİ, daha az BİLİM üretebilen toplum oluruz.
Sayfa 2 / 5